17 Eylül 2010 Cuma

mila's daydreams

Şu güzel bloga lütfen bir göz atın: http://milasdaydreams.blogspot.com/

Analar neler doğurduğu gibi bir de bakın neler yapıyorlar...:)

laundry day-en sevdiğim


p.s: teşekkürler ruhçuk!

10 Eylül 2010 Cuma

Abi, bi U2'ya bakıp çıkıcam.

Evet evet gittim. Sıra bekledim, ıslandım, saha içindeki konumum nedeniyle vücut açım 3 saat sürecek bir bel ağrısını getirdi, konseri ablamın arkadaşlarıyla izledim (aku gelemedi!), sıra beklerken acıktım, burada abiler devreye girdi ve küçük kardeşe hemen bir köfte ekmek alındı, tam yerken yağmur başladı, ekmek ıslandı, o arada sahaya girildi, bira içmek istedim, küçük kardeşe bira alındı...Abiler sağolsun, hepsine selam olsun.




Her şey iyiydi hoştu da yıllar sonra karşılaştığım  bu abiler tayfası keşke beni ceyo terliklerle basket oynayan bebe olarak hatırlamasaydı. Neyse. Güldük, eğlendik. Ufacık idüm zaten o vakit. Yazlığımıza 6 tane delüganlı geldi ve beni terliklerimle basket oynamak için ikna ettiler. O zaman basket oynayan, zincir takan asi bir çocuktum. 2 metrelik adamlara kafa tutamayacak kadar asi olamadın ya o zincir neyine senin derler adama , acımayın söyleyin. Beni ortopedik terlik o bişeycik olmaz diye kandırdılar. Sonuç: bileğim burkuldu, şişti falan. Hatırlayınca güldük ama o zaman çok kızmıştım hepsine

Gelelim U2'ya;

Küçük kardeş, 12 yaşındayken rol modeli olan ablasından duyduğu, her şarkısını çirkin İngilizcesiyle ezberlemeye çalıştığı U2 adlı naçizane grubun konserine ancak bir küçük kardeş olarak giderse nostalji tam anlamıyla yaşatılmış olurdu ki öyle oldu. Konserle ilgili detaylar hem güzel hem de talihsiz serüvenler dizisi şeklinde gelişti. İşte dediğim gibi yağmur yağdı, sıra bekledik vs. Saha içine geldiğimizde tüm olumsuzluklar yerini Snow Patrol adlı sevimli gruba bıraktı. Ben "The Last Kiss" filminin soundtrackinden tanışmıştım  kendileriyle zira bir tek Chocolate adlı şarkıyı biliyordum ki 2. tıngırdatma bu şarkı oldu. Şükürler olsun dedim. Söyledim de söyledim.

sahne aşağıya falan indi, çok acayipti
Ah işte sonra çıkıp geldiler. Bono ve şarkılar bir yana dursun sadece sahne şovundaki o teknoloji için bile görülmeye değer bir konserdi. Güzel güzel şarkıları dinlerken Bono'nun Egemen Bağış'a teşekkür gafleti statta yuhalansa da Bono güzel bir manevrayla durumu toparladı. Siyasetçi isimlerini dile getirmeme sözü verdi. İsabet oldu. Senelerdir insan hakları ayağına Türkiye'ye ayak basmayan, parayı görünce hooop çark eden, arayı açmayalım edalarıyla özür dileyen senelerin grubunu dinlemeye, gerçekten iyi müzik dinlemeye geliyoruz.
Zülfü Livaneli şoku yaşadık bir de. Adam çıkageldi. Düet yaptılar Bono'yla. Sonra Zülfü Livaneli başladı "yiğidim aslanım..." Stadyum inledi adeta. Hoş oldu aslında. Şey gibiydi, ülken olmayan herhangi bir yerde ana dilini konuşan biriyle tesadüfen karşılaşmak, sohbet etmek, duygulanmak hatta anlamsız bir coşkuya kapılmak gibi. Hepimiz o coşkuya kapıldık işte. Hatta konserin en sevdiğim kısmı Zülfü Livaneli'nin geldiği andı diyenler bile oldu. Sinema, tiyatro, konser  gibi aktivitelerin çıkışında kalabalıklar içinde insanları dinlemeyi seviyorum.

Bir konser daha arkasında bıraktığı yoğun bir bel ağrısı ve sabah dillerde yer eden nameler ile sona erdi.


Bugün  Paul Greengrass'ın "Bloody Sunday"ini izledim. İnsan hakları yürüyüşünde İngiliz askerleri tarafından  sadece düşündükleri ve haklarını aradıkları için öldürülen İrlandalılar'ın kanlı Pazarı. O tarihi günü anlatıyor işte film...


aha da film
U2 sonrası bu filmin denk gelmesi de kaderin bir cilvesi olsa gerek dostlar.


Konser genel olarak çok güzeldi, İstanbul hala yaşanamayacak kadar keşmekeşti, Hisarüstü evi sakinlerini yidimdi, Asmalı Mescit dostları da pek bir özlenmişti doğrusu. Kısa bir İstanbul gezisi için bu yazdıklarım yazacaklarımın teminatıdır. hohoyt.





Asmalı Mescit, Eylül'10



3 Eylül 2010 Cuma

Acıktım dedim.


Öğle tatili için saniyeleri sayarsın. Vakit gelir, bir çorba hüpü gibi geçer zaman.

2 Eylül 2010 Perşembe

Havet.

Referanduma yaklaşırken evet de hayır da desek Erkan Yolaç gibi hoppaa! şeklinde zıplayan zihniyetin arasında kaldık. Ben mi? Ben her maddenin ayrı ayrı oylanmasından yana olanım, işte ben bu nedenle havet! diyorum. Pardon, öyle bir şey yok. O zaman Hayır! Dayatmacı olduğunuz için hayır, bunda art niyet gördüğüm için hayır! Demokratikliğimi sorgularsanız işte orada durun derim. Bana demokratik olabileceğim bir ortam sunmadınız ki!!!

Bir de bunu okuyun.




NE “Evet”te, ne “Ha-yır”da hayır yok! Bir kere bunu bilelim, Hayır’ın (en azından benim için) anlamı başka.




Öncelikle, “Bakın, demokratikleştirici bir sürü madde olan Anayasa değişikliği paketine ‘hayır’, diyorlar demek ki demokrat değiller” hesabı yapıp, özene bezene ‘kafa karıştırıcı’, ‘köşeye sıkıştırıcı’, ‘şekere katıcı’ bir paket tasarlayanların hesaplarını boşa çıkarmak için, köy kurnazlığına teslim olmamak için hayır!

İki kere iki dört!

HALİS DEĞİL

Niyetler halis olsaydı, iktidar partisi, paketteki değişiklik maddelerinin ayrı ayrı oylanması önerisini kabul ederdi veya en doğrusu kendisi baştan böyle bir yol izlerdi. Yoksa, mahiyeti birbirinden çok farklı değişiklik önerilerinin kopmaz zamkla yapıştırılıp sunulmasının, bunda ısrarın, halis niyetle açıklanır tarafı var mı?

Anayasa Mahkemesi’nin kararının da, bu hususla hiçbir alakası olmadığı için benim tavrımı belirlemekte etkisi yok! Zaten artık Anayasa Mahkemesi de dahil olmak üzere her kurumun saygınlığı ve ciddiyeti tartışmalı hale geldi. Herkes işine gelen kurum ve kararı ciddiye alıyor, meşru sayıyor. O da ayrı mesele!

Ben, Anayasa değişikliği paketine ilişkin referandumda, öncelikle yutturmacılığa, dayatmaya, gözbağcılığına karşı durmak adına, hiç tereddütsüz “Hayır” diyeceğim. Bunu, özellikle şimdiden açıklamak istiyorum.

Ardından tekrar, bu ülkenin ihtiyacının topyekûn ve bir bütün olarak daha demokratik bir Anayasa değişikliği olduğunu hatırlatmak istiyorum. “Madem tamamını değiştirmiyoruz, bir adım atalım, kısmen değiştirelim” devri bitmiştir. Kürt meselesinin çözümü de, ciddi bir Anayasa değişikliği zemini gerektirir. O nedenle konu sanıldığından daha acildir. Kimse kendini veya diğerlerini, hâlâ ‘bebek adımları’ ile kandırmaya kalkmasın, iş işten geçmesin.

Son olarak, gerçekten demokratik bir Anayasa veya gerçekten demokratik bir değişim paketi, “Ben yaptım, bu kadarını yaptım, bu şekilde yaptım, hadi demokratsanız kabul edin” üslubu ve yöntemi ile yapılmaz.

Her şeye rağmen, demokratikleşme adına bu pakete olumlu bakanlar, “Evet” diyecekler olacaktır. Bir konuda benzer şeyleri hedefleyenler de bazen farklı yolları olumlayabilir, bu noktada farklı düşünüyor olabilirler. Ancak onlara tavsiyem, demokratik kaygılarla “Hayır” diyenlere akıl öğretmeye kalkmamaları! Zira, demokratikleşme açısından en önemli sorunlarımızdan biri de, bir süredir seviyeli ve ciddi bir tartışma imkânını ortadan kaldıran, “dayatmacı demokrasi söylemi”!

İktidar ne yapsa demokratik bulan Bremen mızıkacıları bir yana, aklı başında insanların, zaman zaman bu dayatma üslubuna müracaat etmesini, en hafif deyimle son derece ‘kaygı verici’ buluyorum.

HADDİNİZ DEĞİL

Bu arada, çoktan referandum havasına giren Bremen mızıkacılarına da baştan söyleyeyim; kimin demokrat, kimin antidemokrat olduğuna karar vermek onların haddine değil! Ne zaman bu türden bir ortam oluşsa, ‘yetenek sizsiniz’ sahnesi sanıp, dikkat çekmek için laf ebeliğine girişen takımdan olanlar boşuna çene yormasınlar, bu dönem geçince gene oldukları yere dönecek, ciddiye alınmamaya devam edecekler.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Hayat işte.


Düşen sıcaklıklar, yağışlı hava baş ağrılarına yol açtıysa da pek hayırlı oldu. Pikeye sarılmayı hatta kafamı altına sokup nefesten kesilinceye kadar orada kalmayı, pikenin içinden elimi uzatıp alarmı ertelemeyi pek özlemişim. İşteki son günüme yaklaşırken İtalya hazırlıkları dışında başka hazırlıklar var sırada. Nişanlanmak. Ne garip. Bundan 3-4 sene öncesine kadar annemle babam ben evlenirken yaşlı olacaklar pöff diye hayıflanıyordum. Artık ne düşündüysem 40 yaşında evlenmekti sanırım planım. Daha evliliğe vakit olsa da nişanlanmak diye bir şey var öncesinde. Biz de onu gerçekleştireceğiz. Nasıl bir hisse artık bir anda konuşulmaya başlıyor böyle şeyler. Bir taraf demiyor ki hadi nişanlanalım. Zaten öyle de denmiyor evlenelim dedikten sonra dur ya öncesinde bir de nişanlanmak gerekiyordu sanırım diye durup düşünüyoruz. Sonra gün bu gündür diyip hazırlıklara başlıyoruz. Hayat işte. Demek ki böyle oluyormuş bu işler demekten de kendimizi alamıyoruz. 6 yaşından beri bugünü bekleyen kızlardan pek olamadığım için heyecanım sadece onunla beraber bir hayat fikriyle başlıyor. İşte bu fikir kararı tetikleyen oluyor.

Her şey tamam herkes onayı verdi ancak bu izdivaca sıcak bakmayan tek bir isim kaldı: Defne.
Yüzükler takılırken "no no" diye araya girecek "ge buraya" diyip beni kapıda bekleyen pusetine atacak, götürecek oralardan. Hayır demiyor no no diyor. Baby tv bebesi deli:)

işte o küçük minnoş