28 Ağustos 2010 Cumartesi

Sıkıntı Cumartesisi.



Kalbimin üstüne yine filler oturdu. Üstelik bugün Cumartesi. Genelde Pazartesi sabahı yaşarım ben bunu. Düşünmenin sonu yok! Ben hep düşüneceğim. Hem de en detayını. Benim içim rahat sen keyfine bak diyemeyeceğim hiç bir zaman ya da hiç bir zaman yastığa başımı koyar koymaz uykuya dalamayacağım. Bu yüzden olmuyor zaten. Ben değişemez iken kimsenin de değişmesini beklemeyeceğim. O zaman tek bir çözüm var onu da söylemeyeceğim.

27 Ağustos 2010 Cuma

Geçmiş sakız gibi.

nerde o eski big babollar
Bir garip hallerdeyim. Peşimi bırakmayan bir geçmiş, unutmak istemediğim tonlarca anı bana şu anı yaşatmıyor. Pek hayra alamet değil. Herkesin, her şeyin eskisi gibi olmasını istemek çok acımasızca. Sanki ben eski benmişim gibi.

Su...soğuk su...Teşekkürler!

Bu reklam yayınlandığında sanırım ilkokul 5'teydim. Hatırlıyorum çünkü "sucu çocuk" olmak isteyen bir gerzek ancak o yaşlarda olabilir.  Niye gerzek? Sucu çocuk olmak kötü olduğundan mı? Tabi ki de değil. Gerçekten bunu kapının önünde yapmak için tutturmuş olmamdan. Reklamdaki bebeye aşık da olmuş olabilirim. Home Alone'daki o sarı çiyana aşık olup ailecek tatile gidilirken dolapta gizlenmişliğim var  beni unutsunlar diye.

Neyse.Bir de reklam ödül falan almıştı. Arkadaşımın babası reklamcıydı ordan biliyoruz yoksa öyle reklam ödülleri veya bilimum diğer kültür-sanat aktivitelerini takip eden bir ilkokul enteli değildim. Gayet de 7/24 mtv veya number 1 tv izleyen, her televizyonu açtığında gözlerini kapayıp "tanrım (o zamanlar asi olduğum için öyle derdim) n'olur Nirvana'nın klibi olsun." diyen bir velettim. Sucu çocuk olmak isteyen yavrucağın Nirvana dinlemesi ne kadar da ironik!


Vah yavrum.
Bir zamanlar ki bu 6 7 yaşına tekabül eder, masalların hikayelerin bir parçası olmayı seven hayal gücüm postmodern çağın ilk günlerinde reklamlarda yerini almış. O kadar etkilenmiş olacak ki şimdi de bir reklamcı! mı? Bilemedim.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

İki film arası uyku.

Günlerdir ot gibi yaşamaktan şikayet eden benliğim sonunda atağa geçti. Aku yüksek lisans mülakatına çalışırken, haftasonununa iki güzel film sıkıştıran ben, Pazar günü Kordon'da dostlarla içilen biralardan bahsetmiyorum bile. İlk film, Cumartesi işinden sonra ilaç gibi, şeker gibi, çuçu gibi gelen Julie&Julia oldu. Filmdeki renkler, oyunculuklar, diyaloglar, ilişkiler, hisler... Her biri çok samimi ve çok canlıydı. Merly Streep ise yine o yerinde mimikleri, ses tonu, el kol hareketleriyle bir efsanevi oyunculuğa daha imza atmıştı. Julia Child'ı başka kim oynasa bu film aynı derecede güzel olurdu diye düşündüm, bulamadım. Film, işinden nefret eden Julie'nin hayranı olduğu Julia Child'ın kitabındaki yemek tariflerini hatmetmesiyle ilgili. Filmde mutlu oldukları şeyi yapmak uğruna benzer mücadeleler veren farklı dönemlerde yaşamış iki kadının eş zamanlı olarak hayatlarını izliyoruz büyük bir zevkle. Julie tarifleri denerken bunun için bir de kocasının tavsiyesiyle bir blog açıyor. Tüm tarifleri ve bu süreçte yaşadıklarını blogunda anlatan Julie'nin yaşadıkları o kadar tanıdık ve o kadar imrenilesi ki...Haydi inşallah bir gün ben de böyle bir cesaret örneği gösteririm de gerçekten yapmak istediğim şeyi bulurum, peşinden koşarım, bir de affetmem savaşırım kanımın son damlasına kadar arkadaş diyesim var. Dedim bile. Amin.
Julie&Julia'dan sonra temiz bir uyku arası verdim. Rüyamda beuf bourguignon yapıyordum ama yakmıyordum kıhkıh. Akşama da güzel içkiler eşliğinde A Single Man'e geçtik. Daha önce Brokeback Mountain'da izlediğim aşkın bir benzerini bu filmde görmek mümkündü. Bu seferki daha entellektüel bir aşktı ama ve kimsenin saklayacak bir şeyi yoktu. Oscar'a aday olan Colin Firth'ün oyunculuğu da takdire şayandı. Bir sevgilinin arkasından tuttuğu yasla, kurmaya çalıştığı ikinci hayatıyla o kadar iyi anlatmıştı ki unutamadığı, unutmak istemediği aşkını. İlişkinin detaylarına, karakterlere sadece  flashbacklerde tanık olsak da Profesör Falconer'ın yaşadığı her şey geçmişte değil bugündeydi.  Modacı Tom Ford'un ilk yönetmenlik denemesi olan film, kesinlikle ama kesinlikle bir "ilk film"e göre çok başarılıydı. Oyuncuların bundaki etkisi yadsınamaz muhakkak.
Güzel filmler izlendi, güzel yazılar, güzel kitaplar okundu. Dostlarla Kordon'a gidildi. Diğer dostlar anıldı. Bir tek şey değişmedi. Pazartesi sabahı kalbimin üstüne oturan filler! Bon appetit!

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Volvadin volvadin

Feci başım dönüyor 2 gündür. Sabah 6'da uyandım daha 1-1 buçuk saat kadar uyuyacak olmama sevinemeden başladı melet! Kan şekerin düşmüştür diyorlar. Daha k dedikleri an o zaman ben bir çikolata yiyim vallaha da düştü evet ben de hissettim düştü deyiveriyorum. Fırsatları değerlendirmek gerek. Şu an da dün starbuckstan aldığım yemeyi unuttuğum, çantamda görünce çocuklar gibi şen olduğum çikolatalı crunchy diye bir şey tüketiyorum. Kan şekerim de yükselmiş değil henüz. Bana şöyle fındıklı fıstıklı üzümlü portakallı çuçular lazım. Defne çuçu diyor. Benim minik yeğenim. Bugün çalışıyo olmanın verdiği gudubetlikle hoşçakalın.

20 Ağustos 2010 Cuma

italya'da tez yazma yalanı.

Bal gibi de yalan. Gezim gezim gezeceğim erasmus şeysinin hakkını vererek. Evet, ekimde İtalya'ya gidiyorum. Yüksek lisansta da erasmus yapılabiliyormuş, öğrendim. Milano ve Torino arasında var olduğu sanılan ama benim hala varlığına inanamadığım Vercelli'ye doğru yollanıyorum. Urla'ya benziyor gibi söylemler emekli İtalyan öğretmenlerle örgü mü örecem nan ben duygusuna kapılmama neden olsa da hala mutlu hala heyecanlı hala endişeliyim. Gideceğim üniversitenin adı ise bir felaket.  Çok uzun.

Endişelenmemin sebebi Vercelli'nin varolmama ihtimali değil (hem ne olacak ki yoksa öyle bir yer bir yan kasabaya kurarım çadırımı) hala daha vize almamış olmamdır. İdata bana bugün git yarın gel de dememiştir bugün git İtalya'ya gidiş tarihinden 10 gün önce gel demiştir. Tabi ki bir el ayak titremesi göz seyirmeleri baş gösterdi bünyemde ama du bakalım çocum gün doğmadan neler doğar demiş babanem. Vercelli'deyken (?) buralara yazacağım, olmayan kasabayla ilgili birçok şey paylaşacağım.


Çok özleyeceklerim olacak. Hepsine selam olsun. Aku!

Hoppa













Demek isterdim fekat yarın da çalışıyorum! Pıf!

Beni tuvalete kilitleyen bakıcı teyzeyi arıyorum.

Düşündüm de benim panik hayatımın tek sebebi odur. By the way ben bir panik insanıyım bu sebeple araba kullanamıyorum. Panik ataklık bir durumum olduğunu sanmıyorum. Çarpıntılar yersiz endişeler derken teşhisimi kendim koymuştum: "Endişe bozukluğu". Tam anasının kızı dediklerindenim. Annemin geçenlerde gözünde bir arpacık çıktı. Yani bizi "arpacık o arpacık kızlar korkmayın" diye kandırdı. Bir arpacığın 10 gün gözde kaldığına bu yaşına kadar şahit olmamış evlatlar olarak bizim de şapşallığımız tuttu ve "hmm iyi, hadi bakalım" dedik. Sonra ablamın ntvmsnbcden telefonuna gelen mesajla dırıdırırın (yazması zor) kanlı göz tehlikesi! co con con co con (bu daha zor) Demem o ki annem ihmalkar bir insan, sağlığını önemsemez. Kendi kendinin doktorudur o. Bir de komiktir. Küçüklüğümüzden beri bize kendi kendinizin doktoru olun demiştir. Nasıl da karakter empozesi:) Bu empoze şekli baya bir etkili olmuş olacak ki ben kendi kendimin doktoruyum ve 25 senedir var olan "panik" durumumu (dikkat edersiniz ki hala panik atak ve türevleri demeye dilim varmıyor) "aman canımm biraz paniksem noolmuş" diyerek noolmuşun o larını yer yer uzatarak keyfime keyif katıyorum. Artık farkındayım ama bu durum 4-5 yaşlarındayken beni tuvalete kilitleyen bakıcı teyzeden kaynaklanıyor. Yalvarışlarımı hala unutamıyorum. Burada drama girmek istemezdim ama oldu bir kere. Piskopat kadın! Sebebi de neymiş efendim uyumamak için çok ağlamış. Şimdi gel gör beni teyze uyumak için gözyaşları döküyorum.

Hero

Sabah işe gelirken yol boyu Regina Spektor dinledim. Kendisiyle 500 Days of Summer filmiyle tanışmış, dinlemelere doyamamıştım zamanında. Hala da doyulmuyor. Sesine hayran olduklarımdan benim için şu an 1. sırada olan Chan Marshall(Cat Power)'ı alıp salladı salladı ve ikinci sıraya attı. Otobüste yediğim dirsekler "Hero" eşliğinde hiç de can yakmıyormuş bunu anladım. Tavsiye edilir, işe dönülür.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Faerie Tale Theater




Shelley Duvall'ın sunduğu ve oynadığı, 90'lı yılların masal serisi. Her küçük kız gibi Pamuk Prenses olamadım ben. Ben İmparator Mick Jagger'dım. Yıllar sonra hatırlanan, en sevilen..."Nightingale"

İkinci gol dakikalar sonra geldi.

Size geleneksel olacağımı söylemiştim. Şu tasarıma bakın. Özelleştir, kişiselleştir ya da ne biliyim kendin ol! :) gibi bir dalgası yok mudur bunun? Bu kitaplar üstüme üstüme geliyor. İhmal ettiğim kitaplarım papercut için hazırlık yapıyor. Gerçekten çok ihmal ettim. Okuyamıyorum uzun zamandır. Kitaplığımla göz göz geldiğim an ben iş sonrası rehavetiyle uykuya dalıyorum.

Ben en geleneksel blog yazarı olacağım.

Selam ederim herkese ilk günden. Yazıyordum ama kendime ya da yazıyordum fakat internet kullanmayı (kullanmak?) pek sevmem diyen naçizanelerden ziyade daha çok okuyordum, yazıyordum fakat üşeniyordum diyenlerden oldum. Ama işte geldim burdayım... Bir de itiraf etmeliyim ki gerçekten hiçbir zaman internet faresi olamadım. Bu nedenle de geç kalmış olabilirim. Diyeceksiniz ki " heheyt her gün feysbuka girip statü değiştiren sen değil misin?" Hayır dostlar o ben değilim. Şaka şaka benim. Sosyal ağları sevelim bence. Yazdığım statüler genelde isyan, yakarış ve günlük söylemlerim üzerine kısa deyişler olsa da onları da seviyorum. Çok da zamanımı almıyor aslında yazıp çıkıyorum. Bu da bir yalan! İlk günden güven vermeyen olurum genelde ama zamanla durum değişir:) Yalnız şöyle ki ben aynı zamanda bir metin yazarıyım ve yazmam gereken "iş"ler var. Bu konuya daha sonra değiniriz. O sebeple şimdilik sağlıcakla...